VAR OLMA KILAVUZU

 

ÖZGÜRLÜK LABİRENTİ

 

 

Sevgili editörüm Füsun Hanım bir süre önce, derginin bundan sonraki sayılarının her biri için bir ana tema belirleneceğini, bir sonraki sayının temasının da ‘özgürlük’ olacağını bildirdiğinde, daha önce yazılarımı yazarken hissetmediğim bir duyguya kapıldığımı fark ettim. Bir süre sonra yazıların teslim tarihi ile ilgili net bir hatırlatma yaptığında da duygumu tanımlayabildim: sınırlandırılmışlık duygusuydu. Peki ne olmuştu? Bağlamın ve tarihin belirlenmiş olmasının bir rahatlık sağlaması beklenebilecekken, neden içimde bir huzursuzluk duygusu belirmişti? Bunun sebebi, yazacağım konuyla yakından ilgiliydi: ‘özgürlük ihtiyacı’. Bu mevzuya sonra tekrar dönmek üzere şimdilik ara veriyorum.

       

Öncelikle, özgürlük kavramını tanımlamaya çalışalım.

Etimolojik açıdan; Türkçe ‘öz’(benlik) ve ‘gür’ (muhtemelen Arapça ‘hürr’den esinle) hecelerinin birleşimi ile ‘benliğin serbestliği’ anlamına; Arapça ‘hürr’ sözcüğünün ‘salınmış, azad edilmiş, köle olmayan’ anlamına; Farsça ‘azade’ sözcüğünün ‘özgür kişi, soylu’ anlamına; Aramice/Süryanice ‘hawr’ sözcüğünün ‘beyaz giysili’ (Roma imparatorluğu döneminde, özgürlüğüne kavuşmuş kölelerin beyaz giysi giyme hakkına kavuşması ile bağlantılı) anlamına geldiği ifade edilmektedir. Türk Dil Kurumu Sözlüğünde iki farklı tanımı vardır: İlkinde ‘herhangi bir kısıtlamaya, zorlamaya bağlı olmaksızın düşünme veya davranma’; ikincisinde, ‘her türlü dış etkiden bağımsız olarak insanın kendi düşüncesine ve iradesine dayanarak karar vermesi’ şeklinde tanımlanmıştır. Çeşitli dillerde özgürlüğün, ‘sınırsızlık, serbestlik, köle olmayan, tutsak olmayan, yükümlü olmayan, sahiplenilmemiş, kısıtlanmamış, hakları korunmuş, bağlı olmayan’ anlamına gelen karşılıkları bulunmaktadır.

 

Özgürlüğün tarihsel seyir içindeki anlamlarına bakarsak; ilk çağ filozoflarının daha çok akıl ve irade ekseninde değerlendirdiklerini görürüz. Platon’a göre, yalnızca aklın önderliğinde seçim yapan insan özgürdür. Aristoteles, özgürlüğü ‘insanın herhangi bir dış etkenden etkilenmeden, iradesiyle hareket etmesi’ biçiminde tariflemiştir. Stoacı orta çağ filozofları; özgürlüğe inanç bağlamını eklemişler, Tanrı ile insan arasında kurulan etkileşimde bir orta yol olarak değerlendirmişlerdir. Yeniçağ filozofları ise; insan merkezli anlayışı öne çıkarmışlardır. Descartes, insanın dış ve iç etkenlere rağmen dilediğini seçerek özgürleştiğini vurgulamış, Spinoza ise, özgürlüğü ‘insan ruhunun kendi kendini belirlemesi’ şeklinde tanımlamıştır. Varoluşçu filozoflara göre de insanı oluşturan iki önemli unsur ‘varoluş’ ve ‘öz’dür. Varoluş özden önce gelir. Ontolojik açıdan özgür olan insan, iradesi ve fiilleri ile özünü oluşturur. Teist filozoflar, insanın Tanrı’nın varlığını kabul ederek aşkın bir alana yöneldiğini, bu sayede nesnel dünyadan uzaklaşarak kendine has bir özgürlük elde ettiğini savunur.

 

Thomas Hobbes ‘Leviathan’da özgürlüğü şöyle tanımlar: “Özgürlük tam olarak engellenme olmaması demektir, engelleme ile hareketin önündeki dışsal engelleri kastediyorum.” İngiliz filozof John Locke’un ‘mükemmel özgürlük’ tanımına göre: “insanlar mükemmel bir özgürlüğe doğarlar, doğa yasasının sınırları içinde, izin istemeden veya herhangi bir başkasının iradesine bağlı olmadan, eylemlerini düzenleme, hayatları ve mülkleri üzerinde kendi uygun gördükleri şekilde tasarrufta bulunma hakları vardır”. Kierkegaard’a göre özgürlük ‘olanaktır, genişlemektir’. İnsanın özgürce seçim yapmaktan başka bir alternatifi yoktur. Seçim yapmak, sonuçlardan bağımsız ahlâki bir fiilde bulunmaktır. John Stuart Mill ise, insanın eylem özgürlüğüne ilişkin ilk kapsamlı açıklamayı yapmıştır: ‘kişinin kendisini ilgilendiren eylemleri konusunda tüm kararları kendisinin vermesi gerektiğini, başkasını ilgilendiren eylemleri konusunda başkasına zarar gelecek noktaya gelinceye kadar özgür olunabileceğini’ savunur. Amerikalı psikolog William James, kendi kişisel tecrübelerinden de hareketle ‘özgür irade’ kavramını tanımlarken, bir başlangıç noktası olarak; “özgür iradeye ilişkin ilk eylemim, özgür iradeye inanmak olacaktır” der.

 

İnsanlık tarihi, bir bakıma özgürlük mücadelesinin tarihidir. Bu uğurda pek çok savaş verilmiş, acılar çekilmiş, insanlar canlarını kaybetmiş ama özgürlük her şeyin üzerinde tutulmuştur. Bireylerin ve toplumların, özgürlükleri konusunda hiç eksilmeyen bir hassasiyeti ve yok edilemez bir mücadele azmi vardır. Verilen her mücadele sonunda, insanlığın özgürlük hazinesine değerli parçalar eklenmiştir. Bunların ilk örneği; 1215 yılında İngiltere Kralı John tarafından imzalanan ‘Magna Carta Libertatum’ adlı resmi sözleşme metnidir. Bu metin tarihte ilk kez, ‘özgür insanlara’ adalet ve adil yargılanma hakkı veren bir madde içermektedir. 1789 Fransız İhtilali’nden sonra kabul edilen ‘İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’ nde; ‘insanların özgür doğduğu, eşit yaşamaları gerektiği, hiç kimsenin inançları yüzünden kınanamayacağı’ ifadeleri yer almaktadır. 1948 yılında kabul edilen ‘İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin birinci maddesi de şöyledir: “Bütün insanlar özgür, onur ve haklar bakımından eşit olarak doğarlar. Akıl ve vicdana sahiptirler. Birbirlerine karşı kardeşlik düşünceleriyle davranmalıdırlar.”    

 

Montesquie, özgürlüğe ilişkin şu saptamayı yapmıştır: “özgürlük kelimesi kadar çeşitli anlam verilmiş, onun kadar insan zihnini farklı şekillerde yormuş bir başka kelime daha yoktur.”

 

Doğal olarak, bu konuda ben de zihnimi çok yordum. Özgürlük konusunda iki farklı tanım geliştirdim. İlki, daha ‘resmi’ olanı: ‘Özgürlük; insanın iç ve dış sınırlandırmalardan tamamen bağımsız şekilde ve bilinçli farkındalık halinde düşünme, düşündüğünü ifade etme, tercihte bulunma ve karar verme olanağına ve başkalarının özgürlük haklarına müdahale etmeksizin eyleme serbestisine sahip olmasıdır.’ İkincisi, kendimi ‘özgür’ bıraktığımda ortaya çıkanı: ‘Özgürlük, bilinci serbest ve zihni bağımsız bırakmaktır. Sonsuzluk ve sınırsızlık arayışıdır. Düşünmeyi engelleyen iç ve davranışı kısıtlayan dış etkenlerden kurtulmaktır. Olma ve yaratma cesaretidir. Merak etmektir. Keşfetmektir. Seçim yapmaktır. Sonuçları kabullenmektir. Bedel ödemeyi göze almaktır. Mücadele etmek ve direnmektir. Anlamak ve fark etmektir. Aramaktır. İyiliği ve kötülüğü bilmektir. Yüzleşebilmektir. Ötekini sevmek, onun özgürlüğüne saygı duymaktır. Bilinmeyen bir hedefe doğru yola çıkmaktır. Belirsizliğe tahammül ederek ilerlemektir. İnsanlık idealini gerçekleştirme arzusudur.’  

 

Şimdi, özgürlük duygusunun kaynağına bakmaya çalışalım. Bu duygu nereden geliyor? İddia edildiği gibi bütün insanlarda doğuştan var mıdır? Arkaik ve otantik midir? Genetik olarak aktarılmış mıdır?

Öncelikle bu sorulara ilişkin kendi düşüncelerimi paylaşayım: Özgürlük, ontolojik olarak bize doğuştan verilmiş gizli bir hediyedir. Dünyaya geldiğimizde henüz farkında olmadığımız, sadece sezgisel olarak hissedebildiğimiz, uzunca bir süre varlığını keşfedemediğimiz bir hediye.  Atalarımızdan miras kalmış, özenle korunmuş ve kuşaktan kuşağa aktarılmıştır. Şanslı olanlarımız erken yaşlarda, kendi cesareti ve yakınlarının yüreklendirmesiyle içinde olanı bulur ve geliştirir. Bu sayede kendisini ve dünyasını genişletir. Bazılarımız da izine rastlar, yanına kadar gider, uzanıp dokunur, ama kendi korkusu ve yakınlarının endişesi yüzünden bir türlü eline alamaz. Bu nedenle kendisini ve dünyasını daraltır.

 

Bu soruların yanıtını daha profesyonel düzlemde aramak üzere, insan yavrusunun özgürlük yolculuğunun başlangıcına gidelim.

Kanaatimce her birimizin özgürlüğü, doğduktan hemen sonra göbek bağımız kesildiği anda başlar. Bebek, dokuz ay boyunca korunaklı bir ortamda güvenlik içinde büyür ve gelişir. Orada gereken her şey vardır, acıkmaz, üşümez, mutludur. Ancak geliştikçe, etrafını saran sınırların dışındakileri algılar, merak eder. Keşfetmek, anlamak, mücadele etmek ister. Artık o mekân ona dar gelmektedir. Sonunda alanın sınırlarını zorlamaya başlar. Zorlu ama kısa bir yolculuk sonunda ‘dışarıya fırlatıldığında’ göbek bağı kesilir, ilk nefesini alır ve özgürleşir. Esas yolculuk, yeni başlamaktadır.

Bebeğin var olabilme sürecinde, özellikle ilk üç yıl çok kritiktir. Bu süreçte; öncelikle beslenme, bakım ve güvenlik olmak üzere, bebeğin sevgi, şefkat, yakınlık ve bağ kurma gereksinimleri çok belirgindir. Bebekle annesi arasındaki ilişkinin niteliği, gelecekteki ruhsal yapının temel özelliklerini belirlemesi açısından çok önemlidir.

 

Margaret Mahler; ‘İnsan Yavrusunun Psikolojik Doğumu’ isimli kitabında, bu sürece ilişkin gözlem ve fikirlerini etraflıca anlatır. Mahler, yaşamın 5. ve 24. ayları arasındaki dönemi ‘ayrılma- bireyleşme dönemi’ olarak tanımlamıştır. Bu dönemin başlangıcında, bebek dış dünyayı, annesini ve diğer nesneleri tanımaya başlar. Annesinden fiziksel olarak uzaklaşabilme yeteneği gelişir. Annenin nerede olduğuna aldırmadan, adeta onun varlığını unutarak dış dünyayı keşfetmenin büyüsüne kapılır. Bu sırada kendi bedenine, yeteneklerine ve genişleyen dünyasına yönelik güveni artar. Kendine özgü bir benlik yapısının ilk unsurları böylece oluşur. Bu aşamada annenin tutumu ilerisi için belirleyicidir. Bazı anneler bebeğin özerkliğini, bağımsızlığını teşvik ederken, bazıları engelleyici davranır. Bebek yürümeye başladığında, anneden daha uzun sürelerle ayrılmaya cesaret eder. Bu sırada, annesiyle yeniden yakınlaşmaya da başlar. Yeni becerilerini, deneyimlerini paylaşmak, onaylanmak ister. İlgi ve sevgi beklentisi artar. Ancak, kendi istek ve beklentilerinin her zaman annesininkilerle örtüşmediğini fark etmeye başlar. Bir yandan kendi özgürlük alanını genişletmeye çalışırken, öte yandan annesinden ayrı olma duygusunun verdiği acıdan kaçınmak ister. Annenin yanında kalma isteği ile ondan uzaklaşarak özgürleşme arzusu arasında, anneyi memnun etme isteği ile kendi özerk alanını genişletme arzusu arasında çelişkili duygular yaratan gelgitler yaşar. Annenin bu aşamada, bebeğinin yanında durması, duygusal açıdan ulaşılabilir ve tutarlı olması, sevgi ve güven ihtiyaçlarını karşılaması, bebeğini özgürleşme yönünde teşvik etmesi önemlidir. Donald Winnicott’un ifadesiyle; ‘annenin ihtiyaç duyulduğunda orada olması çok önemlidir, ama ihtiyaç duyulmadığında geri çekilmesi de eşit derecede önemlidir.’

 

Böylelikle; her birimiz yaşamımızın ilk üç yılında, doğuştan sahip olduğumuz potansiyelin, öncelikle annemizle kurduğumuz özel ilişki, sonrasında diğer yakınlarımızla geliştirdiğimiz ilişkiler bağlamında nasıl şekillendiğine- sonradan hatırlamasak da- tanıklık eder, bütün bunları zihnimizin, bir başka ifadeyle bilinçdışımızın derin katmanlarına yerleştiririz.

Bu süreçte yaşadıklarımız asla silinmez ve bir daha değiştirilemez. Bunlar; ancak uzun yıllar sonra hayatımızın değişik alanlarında, ama en çok da yakın duygusal ilişkilerimizde, içinden bir türlü kurtulamadığımız labirentlerde, tekrarlayan ve bize acı veren deneyimler şeklinde karşımıza çıkar. Bazen özgürlük/bağımlılık, bazen de uzaklaşma/yakınlaşma çatışmaları şeklinde. Bu çatışmaları çözümleyemezsek, labirentte kalmak kaderimize dönüşebilir.

 

Peki, özgürlük ve kader arasında nasıl bir ilişki vardır? Bu ilişki ilk nasıl başlamıştır?

Rollo May bu konuda şöyle diyor: “Kader, evrenin her birimizin oluşunda kendini gösteren var oluşudur. Kader ve özgürlük, bir paradoks, diyalektik bir ilişki oluştururlar. Her birimizin özgürlüğü de kaderimizle yüzleşmemiz ve onunla ilişki içinde yaşamamızın derecesiyle doğru orantılıdır”. Martin Buber ise şöyle devam ediyor: “Özgürlük ve kader ciddiyet ve vakarla birbirlerine söz vermiş ve anlamca bağlanmıştır. Özgür olmak ve aynı anda kadere bağlı olmak, insan olmanın bir lütfu ve lanetidir.”

 

Özgürlük ve kader arasındaki ilişkinin arkaik izlerini, kutsal metinlerde yer alan ‘Âdem ile Havva’nın Cennetten düşüşü/çıkarılması’ kıssalarında buluruz. Tek tanrılı dinlerde, Âdem ve Havva dünya tarihindeki ilk insan çifti olarak kabul edilir.

 

Kutsal metinlerde bu olay özetle şöyle anlatılmıştır: “Allah Âdem’i yeryüzünde/yer toprağından yaratmış, onun burnuna hayat nefesini üflemiş, ona tüm isimleri ve karşılıklarını öğretmiş, onu ve eşi Havva’yı cennete yerleştirmiş, cennet bahçesinde bulunan her ağacın meyvesinden dilediklerince yemeyi onlara serbest kılmış, sadece bahçenin ortasında bulunan ‘iyiliği ve kötülüğü bilme/hayat’ ağacına yaklaşmalarını ve meyvesinden yemelerini yasaklamıştır. Eğer o ağacın meyvesini yerlerse kendilerine yazık etmiş/ölmüş olacaklardır. Sonra, şeytan/yılan cennete girer ve onları ‘sonsuza dek yaşayacakları/ebedi saltanata kavuşacakları/iyiyi ve kötüyü bilerek Allah gibi olacakları’ vaadiyle kandırarak ayartır. Böylece Havva ve Âdem ağacın meyvesinden yerler ve o ana dek hiç bilmedikleri çıplaklıklarını fark ederek utanırlar ve üzerlerini yapraklarla örterler. Bunun üzerine Allah; onları kendisine karşı geldikleri, şeytana uydukları için ve ebediyen yaşamasınlar diye cennetten çıkarır. Birbirlerine düşman olarak, bir süre ikâmet etmek, toprağı işlemek, orada yaşamak, ölmek ve oradan tekrar çıkarılmak üzere yeryüzüne gönderir.”

 

Bir başka anlatımla; Allah tarafından var edilen, kendisine özü verilen, bilmesi gerekenler öğretilen Âdem, eşi Havva ile cennette huzurludur. Ancak kendilerine dair bir farkındalıkları, iyilik ve kötülüğe ilişkin bir görüleri yoktur. Allah’ın buyruğu kesindir, öte yandan sonsuzluk arzusu cazip ve yanıltıcıdır. İkisinin bir tercihte bulunmaları gerekir. Onlar, ‘sonsuz yaşamı’ seçtiklerini zannederler. O anda, kendilerine ve yaptıklarına yönelik bir bilince sahip olurlar. Âdem ve Havva’nın kaderleri bu tercihte bulunmaktır. Bunun sonucunda, birbirlerine düşman olarak yeryüzüne gönderilirler. Orada, birbirlerini bulacaklar, ancak cennetten ve onun imkanlarından yoksun, meşakkatli bir sürgün hayatı yaşayacaklar, yeni tercihler yapacaklar, kendilerini ve dünyalarını keşfedecekler, yeryüzüne yayılacaklar, kötülüğe karşı iyiliği savunacaklar, sonunda ölüp oradan çıkarılacaklardır. Böylece, seçim yapmanın yakıcılığını ve kaderin yatıştırıcılığını derinden kavrayacaklardır.

 

Rollo May’in bu konuya ilişkin yorumu şöyledir: “Cennette Âdem ve Havva, bir özgürlüğe, otonomiye ya da bağımsızlığa sahip olacaklarsa, Tanrı’nın emirlerini reddetmek durumundaydılar. Kendi bilinçlerini geliştirmek için bu gereklidir. Suçluluk üretse de kaygıya neden olsa da bu ‘günah’ sayesinde elde edilen şey, sevgi, sorumluluk, yaratma hırsı ve gücüdür”. Paul Tillich ise şöyle diyor: “İnsan kendi sonluluğunun koşulları dâhilinde özgürdür. Bu sınırlar dâhilinde kişiden, kaderini gerçekleştirebilmesi için olması gerekeni yaratması beklenir. Ancak kural ne kadar belirlenmiş olursa olsun, insanın ona karşı gelme, kendi öz varlığıyla ters düşme, kaderini kaybetme kudreti de vardır”. Kierkegaard da bu noktada çok isabetli bir hatırlatma yapıyor: “Asıl konu kendimi anlamak, Tanrı’nın benden gerçekte ne yapmamı istediğini görmektir; benim için doğru olan bir hâkikati, uğruna yaşayabileceğim ve ölebileceğim bir fikri bulmaktır”. Yine Kierkegaard’ın tanımlanmasıyla ‘ahlâki bir fail’ olarak var olan insanın özgür doğasında seçimler yapma olanağı ve aynı zamanda zorunluluğu vardır. Bu her birimizi, birbirini dışlayan eylem olasılıklarıyla karşı karşıya bırakır. Kaderin sınırları ile yapılandırılmamış bir özgürlük, insanı böyle bir durumda hareketsiz bırakabilir.  Tercihte bulunup eyleme geçtiğimizde, iyilik kadar kötülük de ortaya çıkabilir. Kötülük, bazen insanın özgürlük adına ödeyeceği bir bedel olabilir.

 

Bu noktada; ‘yeryüzünde kötülük’ sorunsalına değinebiliriz: Tanrı neden yeryüzünde kötülüklere izin vermiştir? Bu, insan zihnini hep kurcalamış ve yanıtlanması zor bir soru olarak kalmıştır.

Gnostiklerin bu konudaki cevabı şöyledir: “Tanrı, insanın özgürlüğünü ve onun özgürlükle baş etmedeki ahlâki gücünü ispat etme iradesini artırmak için, dünyanın dokusuna işlemiş olan kötülüğe izin vermiştir”. İslâm filozoflarının yaklaşımları daha farklıdır. Bir düşünme tarzına göre; Allah’ın bütün fiillerinin bir hikmeti ve mevcut kötülüklerin iyiliğe yönelik bir amacı vardır, ancak sınırlı olan insan bilgisinin bu anlam ve amacı kavraması mümkün değildir. Bir başka düşünce, kötülüklerin Allah’ın insanları sınama veya onları öte dünyada ödüllendirme amacına yönelik olabileceğini ifade eder. Mevlâna ise; her şeyi zıddı ile yaratarak anlamlandıran Allah’ın iyiliği ve kötülüğü potansiyel olarak insanın içine yerleştirdiğini, insanın aklını ve iradesini kullanarak kötülükle mücadele etmesi ve iyiliğe yönelmesi gerektiğini vurgular.

 

Benim bu konudaki düşüncem ise şöyle: “Tanrı insanı yaratmış, ona kendi özünden bir anlam yüklemiş, düşünme ve tercih etme yeteneği vermiş, içine iyilik ve kötülüğü koymuş, seçim yaparak bir bilince ulaştığında yeryüzüne göndermiş ve onu serbest bırakarak nasıl davranacağını görmek istemiştir. Gerçekte ne olacağını bilmekte, ancak müdahale etmeksizin gözlemlemektedir. O’nun gözlemci olmasının, kaçınılmaz olarak sonuçlar üzerinde bir etkisi de vardır. Yarattığı insandan beklentisi, onun iyiliği tercih etmesi ve yeryüzünde hâkim kılmasıdır”.

 

Şimdi, yazımın başında değindiğim konuya yeniden döneyim: Sevgili editörüm, beni yazacağım konu ve yazıyı teslim edeceğim tarih konusunda bilgilendirmişti. Bu durum bende bir kısıtlanmışlık duygusu yaratmış ve huzursuz etmişti. Bu durumda önümde bazı alternatifler vardı: Editörüme direnebilir, onun önerdiği konu yerine farklı bir konuda yazmayı tercih edebilir, yazıyı kendi istediğim tarihte gönderebilirdim. Ya da konuyu kabullenebilir, bu konuda arzu ettiğim ölçüde özgür davranarak kendi metnimi oluşturabilir, yazımı önceden belirlenmiş olan tarihte tamamlayarak teslim edebilirdim. Ben, öncelikle hissettiğim duyguya odaklandım, iç dünyamda neler olduğunu anlamaya ve tanımlamaya çalıştım. Duygumu fark ettiğimde rahatlamıştım. O anda, editörümle uyum içinde çalışmaya karar verdim. Ancak sonra, beklenmedik ve öngöremediğim bir şey oldu: Ağır ve uzun süren bir grip hastalığına yakalandım ve yaklaşık 1 hafta yatarak dinlenmek durumunda kaldım. Bu beni yazmaktan alıkoydu. Sonraki günlerde, daha yoğun bir şekilde çalışsam da yazımı belirlenen tarihten kısa bir süre sonrasında tamamlayabildim. Anlattığım bu süreç, hayatın ta kendisi değil mi zaten?

 

Her birimiz, doğduğumuz andan itibaren seyrini bilemediğimiz bir yolculuğa başlıyoruz. Doğuştan var olan özelliklerimiz, sonradan edindiğimiz bilgi, beceri ve tecrübelerle dönüşüyor. Var olanlarla edindiklerimizin değişik birleşimleri yolculuğumuzda karşılaşacağımız çok farklı durumlarda nasıl tercihlerde bulunacağımızı belirliyor. Tercihte bulunma özgürlüğü, hepimize aynı zamanda eylemde bulunma zorunluluğunu da yüklüyor. Özgürlük ve sorumluluk kaçınılmaz şekilde bütünleşiyor. Yolculuğun bir sonu olduğunu anladığımız andan itibaren de kaderin belirleyici unsurları karşımıza çıkıyor. Kaderimizle yüzleşme, bizleri olasılıklar ülkesinde bir değişim yaşamak üzere özgür bırakıyor. Kaderle çeşitli biçimlerde bağlantı kuruyoruz. Onu yok sayabiliyor, varlığını kabullenip ona isyan edebiliyor veya onunla iş birliği yapabiliyoruz. Bu mücadele ya da uyum sonucunda, yaratıcı özgürlüğümüz ortaya çıkıyor. Bu noktada her türlü engelden kurtuluyor, genişliyor, cesaret gösteriyor, merak ediyor, keşfediyor, bedel ödüyoruz. İyiliği ve kötülüğü ayırıyor, kendimizi anlıyoruz. Uğruna yaşayabileceğimiz ve ölebileceğimiz bir fikre ulaşıyoruz. Sonunda, hayat labirentinden özgürlüğün aydınlatıcı ışığı ile huzur içinde çıkıyoruz.   

 

Serhat Çıtak, Ocak 2023, İstanbul.