VAR OLMA KILAVUZU

 

VAR OLMANIN TESELLİSİ

 

“Var olma cesaretinin kökleri, Tanrı, şüphe kaygısında yok olduğu zaman ortaya çıkan Tanrı’ya uzanır.”

Paul Tillich, Olmak Cesareti, 1952

 

Var olmak üzerine düşündüğüm zamanlarda, aklıma sıklıkla ‘Tutunamayanlar’ romanı gelir. Bu sefer de öyle oldu. Çağdaş Türk edebiyatının en sıra dışı kalemlerinden birisi olan Oğuz Atay, 1970 yılında TRT Roman ödülünü kazanan bu ilk romanını yazdığında 36 yaşındaymış. Hayatı boyunca kendisini yeterince anlayamadığı gibi, kendisi, deha niteliğindeki yeteneği ve romanı da yaşarken yeterince anlaşılamamış. Yakın dostlarının ifadesiyle: ‘yaşarken görmezden gelinmiş’. Romanında bu durumu şöyle ifade ediyor: “Normal bir insan olmaya zorladılar, bana boş yere vakit kaybettirdiler. Olmayınca da anormal dediler. Ben de kendimi anlamadım: Bütün hayatım boyunca normal bir adam olmaya çalıştım…… Bana yaşamayı öğretmediler. Daha doğrusu, bana her şeyin öğrenilerek yaşanacağını öğrettiler. Yaşanırken öğrenileceğini öğretmediler. İnsan, kendi bulurmuş doğru yolu. Ben bulamazdım. Bana, başkalarına gösterdikleri basmakalıp yolları öğrettiler…… Ben ne yaptım, kimse de uyarmadı beni. İşte sonunda anlamsız biri oldum… İşte sonum geldi… Kötü bir resim asarım korkusuyla hiç resim asmadım; kötü yaşarım korkusuyla hiç yaşamadım.” 

 

Kendisiyle yapılan bir söyleşide romanına ilişkin şunları söylüyor: “Tutunamayanlar ile çok basit bir iş yapmak istedim; insanı anlatmayı düşündüm. Kapalı dünyalar içinde yaşayan yazarların bile bu cümleye hemen isyan edeceğini, “Peki herkes ne yapıyor?” diye öfkeleneceğini bildiğim halde bu basit gerçeği söylemekten kendimi alamıyorum. Ben, kahramanlarımın iplerini istediği gibi oynatarak insanlardan kuklalar yaratan büyük romancıların yeteneklerinden yoksunum. Roman kahramanlarına uygulayacak büyük nazariyelerim, onları peşinden koşturacağım büyük ülkülerim yok. Ya da insanlara, özellikle tutunamayanlara saygım büyük olduğu için, acıyorum onlara; böyle büyük büyük meselelerin makale, inceleme, deneme gibi yazı türlerinin konusu olduğunu sanıyorum.” 1977 yılında ölene dek geçen yedi yıllık sürede, iki roman, bir hikâye, bir tiyatro eseri, bir de günlük yazmış. Bir arkadaşının evinde ölmeden önceki son sözleri: “sevinmeyin, daha ölmedim.” olmuş.

Var olmak; hassas ruhlar, yaşamın kıyısında gezenler, suskunlar ve tutunamayanlar için ağır bir yüktür. Bu insanlar, hayatları boyunca ne aradıklarını pek de bilemeden hep bir teselli ararlar.

Teselli sözcüğü, arapça slw kökünden gelen tasallā veya tasallī ‘unutturma, gönlünü alma’ kelimesinden alıntıdır. Latince’de ‘yatıştırma’, İngilizce’de ‘sıkıntı, keder veya kaygıyı hafifletme’, Fransızca’da ‘rahatlatma’, Türkçe’de ise ‘avunma/avutma’ anlamlarına gelir. Değişik dillerde benzer anlamlar içeren bu sözcüğün temelinde, hepimizin temel ihtiyaçlarından birisi bulunmaktadır: yatıştırılma arzusu.

Hangi durumlarda teselli ararız?

Teselli ontolojik bir ihtiyaçtır. Var olmanın idrak edilmesi, hepimizi baş edilmesi güç sorunlarla yüz yüze bırakır. İnsan olmaya dair türlü zorluklar ruhumuzda derin girdaplar oluşturur. Bunların bazılarına görece katlanılabilir: ekonomik sıkıntılar, hastalıklar, ayrılıklar gibi. Bazıları hayat boyu zihnimizi meşgul eder: anlam arayışı, özgürlük, sorumluluk, yalnızlık gibi. Ama sevdiklerimizin kaybı ve ölüm gerçeğinin yıkıcılığı karşısında, en metanetli olanlarımız bile güçlükle ayakta durabilir.  Bütün bu durumlarda, değişen yoğunluklarda teselliye ihtiyaç duyarız. Teselli genellikle bir başkasından beklenen bir eylemdir. Böyle zamanlarda bizi ancak; muhabbetle kucaklayan, acımızı içtenlikle hisseden, sabırla dinleyen, samimiyetle konuşan bir dostun yakınlığı avutabilir. Hiç arzu edilmeyense, bir ‘diğerinin’ yokluğunda kendi kendimizi teskin etmek durumunda kalmaktır. Bunu başarabilmek belki mümkün ve çok zorlayıcıdır.

Teselli arayışımızın temelinde ne vardır?

Var olma yolculuğumuza, ilk nefesimizi aldıktan hemen sonra ağlayarak başlarız. Bu bir bakıma, ‘trajedinin’ de başlangıcıdır. Nietzsche’nin bu konudaki düşüncesi oldukça keskin ve karamsardır. 1872 yılında yayınlanan ‘Tragedyanın Doğuşu’ isimli ilk kitabında görüşünü şöyle açıklar: “Der ki eski bir efsane, Kral Midas bilge Silenos’u, Dionysos’un eşlikçisini, uzunca bir süre ormanda kovalamış, ama yakalayamamış. Nihayet, bir gün eline düştüğünde sormuş Silenos’a kral, insanlar için en iyi ve en mükemmel şeyin ne olduğunu. Kaskatı ve kıpırtısız durarak susmuş cin, kral tarafından zorlanıncaya kadar; sonunda kulakları çınlatan bir kahkahayla birlikte şu sözler dökülmüş ağzından: ‘Zavallı, bir günlük ömürlü tür, rastlantının ve kederin çocukları, duymamanın senin için en hayırlısı olduğu şeyi söylemeye niye zorlarsın beni? En iyi şey senin için tamamen ulaşılmazdır: doğmamış olmak, var olmamak, hiç olmak. En iyi ikinci şey ise senin içindir –en kısa zamanda ölmek.’ ”

Hiç bilmediği bir dünyaya ‘fırlatılan’ bebek, bu tamamen yabancı evrende korku ve güvensizlik içindedir. Bir an önce rahatlatılmak ister. Otto Rank, bu süreci ‘doğum travması’ olarak nitelendirmiş, 1924 yılında yayınlanan aynı isimli kitabında şunları söylemiştir: “Her kaygı ya da korkunun temelinde doğum kaygısının yatması gibi, her haz da son kertede rahim içindeki ilksel hazzı yeniden oluşturmaya yöneliktir. Haz dolu ilksel durum, doğum olayıyla birlikte hiç de istenmeyen bir şekilde kesintiye uğrar; zaten daha sonra da bütün yaşam, artık geri gelmeyecek bu yitirilmiş cenneti ikame etmekten oluşacaktır.” Rank’a göre doğum travması, daha sonra yaşanan ayrılık kaygılarının prototipidir. Freud da 1933' te yayınlanan 'Psikanaliz Üzerine' kitabında konuyu şöyle formüle etmiştir: “Anne bulunmadığı ya da çocuğu sevgisinden yoksun bıraktığı zaman, çocuk gereksinimlerinin yerine getirileceği güveni içinde değildir. Hatta o zaman en acı gerilim duyguları içindedir. Bu korku, doğum sırasında anneden ilk ayrılmada uğranılan ilkel korkunun ürünüdür.” Martin Buber ise ‘bebeğin bağlantı dürtüsü olduğunu, ilişki özleminin doğuştan geldiğini, annesinin rahminde her bebeğin evrenle bağlantılı olduğunu bildiğini ve doğumla bunu unuttuğunu’ ifade etmektedir.

Yani; bebek güvenli ve konforlu bir alandan, örselenmiş bir biçimde tanımadığı bir dünyaya geri dönüşü olmayan şekilde doğduğunda, bütün canlılar için çok temel olan hayatta kalma dürtüsüyle, çevresindekileri varlığından haberdar etmek ve ihtiyaç duyduğu bakımı almak ister.  Bunun için de var gücüyle ağlar. Ağlamak bir yandan solunum ve dolaşım sisteminin harekete geçmesini sağlarken, öte yandan bebeğin kendisini dünyaya getirenle bağ kurma arzusunu ifade eder. Annenin temel işlevi bu yeni dünyayı bebek için güvenilir bir alana dönüştürmektir. Anne, bebeğin arzusuna anında ve yeterli yanıt verebilirse gelecek yolunda sağlam bir ilk adım atılmış olur. Uygun bir biçimde teselli edilememiş bebekler ise, telafisi sonradan pek mümkün olamayacak bir eksiklik duygusuyla yola çıkarlar.

Varlık nedir, var olmak ne demektir?

Fârâbî’ye göre; “varlık insan aklının ulaşabildiği en genel kavramdır. Varlığı kuşatacak daha bütüncül bir kavram bulunmadığına göre onun tanımını yapmak mümkün değildir. Şu hâlde, varlık vardır ve apaçıktır.”

Varlık kavramı üzerine düşünüldüğünde, Heidegger’e başvurmadan olmaz. Heidegger varoluş fikrini, ‘idrâk eden var olma imkânı’ olarak ele alır. Varlığı tanımlarken kullandığı temel kavram ‘Dasein’dir. Dasein, ‘dünya içinde var olan insan’ demektir. Dasein’in yapısının özünde, hep bir ‘tamamlanmamışlık’ bulunmaktadır. Bu ‘eksiklik’ durumu var olma potansiyelimizin daima açık olduğu anlamına gelmektedir. Dasein var olduğu müddetçe, var olma imkânını gerçekleştirme derdindedir. Bu imkânın önünün kapanması, var oluşun ortadan kalkması anlamına gelir. Dünya içinde var olmaya atılmış olan Dasein, kendi ölümüne emanet edilmiştir. Dasein, ‘ölüme doğru var olma’ halidir.

Rollo May de var olmayı şöyle tanımlar: “İnsan varlığının yapısında, ondan ayrılamaz bir unsur olan öz-bilinç vardır. İnsan, varlığının bilincinde olabilen ve bunun sorumluluğunu taşıyabilen bir varlıktır. İnsan ayrıca gelecekte bir anda olmayacağını da bilen özel bir varlıktır. Kişinin, var olmanın ne demek olduğunu kavraması için, var olmayabileceği, muhtemel bir yok oluşun kıyısında yürümekte olduğu ve gelecekte bilinmeyen bir zamanda ölümün kendisini bulacağı gerçeğinden kaçış olmadığını da kavraması gerekir. Varlıksızlığa dair farkındalık olmazsa, varoluş anlamsız ve gerçekdışı olur. Varlıksızlık ile yüzleşildiğinde, varoluş hayatiyet kazanır ve birey kendisi, yaşadığı dünya ve çevresindeki diğerleri hakkında daha artmış bir bilinç düzeyine erişir.”

Paul Tillich ise, ‘Olmak Cesareti’ kitabında var oluşa ilişkin şunları söyler: “Cesaret, yokluk gerçeğine rağmen varlığın onaylanmasıdır. Bireyin, ya kapsayıcı bir bütünün parçası olarak, ya da bireysel benliği içinde kendini onaylayarak yokluk kaygısını üstlenmesidir. Var olma, var olmamayı içinde barındırır. Var olan her şeyin temelinde, hareket ve oluş içeren canlı bir varlık, yaşayan bir yaratıcılık bulunur. Her sonlu varlığın kendisini onaylamasının örüntüsü ve var olma cesaretinin kaynağı budur. Var olma cesaretinin nihaî kaynağı, ‘Tanrının üstündeki Tanrıdır.’ Ancak teizmin Tanrısı aşılabilirse, şüphe ve anlamsızlık kaygısı, var olma cesaretine dahil olabilir. Bu bizi şüphe ettiğimiz her şeyin üstünde ve ötesindeki bir Tanrıya daha büyük ve derin bir imana götürür. Şüphenin öteki tarafından çıkan bir Tanrı vardır ve biz o Tanrıdan cesaret alırız.”

Yine Heidegger ile devam edecek olursak, dünyada iki temel varoluş biçimi vardır: ‘Var olmayı unutma durumunda’ ; kişi madde dünyasında yaşayıp kendisini sıradan hayat oyalamalarına kaptırmıştır. Düzeyi düşmüştür, kendisini boş gevezeliğe, dünya işlerine, işlerin gidiş şekliyle ilgili kaygılara teslim etmiştir. ‘Var olmayı düşünme durumunda’ ise; kişi varlığının farkındadır, işlerin gidişine değil, oluşuna hayran olur. ‘Ontolojik var oluş’ olarak söz edilen bu durumda, kişi tam bir öz farkındalık yaşar, kendi olanaklarını ve sınırlılıklarını kabul eder, mutlak özgürlük ve yoklukla yüzleşir, onların karşısında endişelenir, sadece var olmanın kırılganlığını değil, kendi var oluşuna ait sorumluluğu da düşünür. İnsan, yalnızca bu ontolojik tarzda kendini değiştirme gücünü kavrayabilir.

Sonuç olarak varlık; var olduğunun farkında olan, bağ ve bağlantı kuran, kendisini, üzerinde bulunduğu dünyayı ve etrafındakileri anlamak isteyen, bir amaç edinen, potansiyelini gerçekleştirmeye çalışan, ölüme doğru ilerleyen insan demektir.

Heidegger’e göre gündelik yaşamda ölüm siliktir, göze çarpmaz. Ölüm belirlenemez bir şeydir, bir yerlerden gelir ve bizi bulur. Şöyle düşünülür: ‘Herkes ölecektir, ama ben henüz ölmedim.’ Bu yüzden ölüm bir tehdit olarak görülmez. Ölüm Dasein’in başına gelen ama özü gereği kimseye ait olmayan bir hadise olarak yorumlanır. Gündelik yaşamda ölümden kaçılır, ölmekte olan yakınlarımıza ölümden kurtulabilecekleri telkin edilir. Heidegger bunu ‘şefkat’ olarak tanımlar. Aslında bu şefkat,  ölmekte olanı teselli etme ve onun en kişisel varlık imkânını tamamıyla perdeleyip, onu Dasein’e geri taşıma amacına yöneliktir. Bu teselli, sadece ölenin değil, teselli edenin de teselli edilmesi anlamına gelir.   

Teselli mümkün müdür?

Friedrich Nietzsche, ‘Tan Kızıllığı: Ahlaksal Önyargılar Üzerine Düşünceler’ kitabında, teselliye ilişkin fikrini şöyle ifade eder: “Teselliye ihtiyaç duyanlar için hiçbir teselli aracı, onlar için ‘hiçbir tesellinin mümkün olmadığı’ iddiası kadar etkili değildir: bu o kadar büyük bir farklılığa işaret eder ki, başlarını hemen tekrar yukarı kaldırırlar.” Miguel de Unamuno da ‘Hayatın Trajik Duygusu’ kitabında benzer bir tanım getirir: “Duygu teselliyi gerçeğe dönüştürmeyi başaramadığı gibi, akıl da gerçeği teselliye dönüştürmeyi başaramaz.”

Var olmanın ağır yükü ve hayatın sonluluğu karşısında teselli çabası,  kimilerine göre hiçbir sonuç vermeyecek beyhude bir gayretten öte değildir. Benzer düşüncede olanlar; var olmayı anlamsız, hayatı boş, mücadele etmeyi gereksiz bulabilir. Ancak, bu yaklaşımın insanı götürebileceği menzil yanıltıcı bir rahatlık duygusundan ibarettir. Sis perdesi aralandığında karşılaşılacak manzara, çoğu kez mutsuzluk ve hüzünle doludur. Zira, bütün ‘anlamsızlığına’ rağmen hayat geçmiş, yolun sonuna gelinmiş ve heybede bir şey kalmamıştır.

Peki var olmanın tesellisi nedir? Uzun zamandır bunu düşünüyorum. Kendi adıma ikna edici bir cevap bulduğumu söyleyemeyeceğim maalesef. Bunun düşünerek bulunabileceğini de sanmıyorum. Bir teselli bulabilmiş olanlara gıpta ediyorum. Benim sezgisel olarak yakın hissettiğim görüş, ‘var olmanın tesellisinin yok olma’ olduğudur. Varlık, ancak yokluk sayesinde bir anlama kavuşabilir. Yaşamı ancak ölüm teselli edebilir. Ölümün tesellisi ise bilinemez.

Bir hastam yaklaşık iki yıl önce eşini kaybetti. Kendisi adeta o günde, o anda asılı kaldı. Kaybının üzerinden geçen günleri tek tek saydı. Hüznü ve acısı hiç azalmadı. Eski yaşantısına bir daha dönemedi, dönmek istemedi. Ne söylediysem bir teselli olmadı. Bir nebze de olsa üzüntüsünü hafifleten tek şey,  sabır ve samimiyetle onu dinlemem ve anlamaya çalışmam oldu.

Bir başka hastam, bana depresif belirtilerle başvurmuş genç bir hanımdı. Erken yaşlarından itibaren pek çok travmatik olaya maruz kalmış ama mücadele azmini bırakmamıştı. Türlü zorluklara rağmen ayakta kalabilmişti. Bir gün bu durumdan nasıl çıktığını anlatırken, beni oldukça etkileyen şu sözleri söyledi: “Eğer intihar gibi bir seçenek olmasaydı, yaşamak tek seçenek olsaydı, çoktan intihar etmiştim. İntihar gibi bir seçeneğin varlığı, beni yaşamaya ve mücadele etmeye yöneltti.”

Hastalarımın anlattıklarını her zaman büyük bir dikkatle dinlemeye çalışırım. Onlardan edindiğim bilgiler çok değerli olsa da bu bilgileri onların yaşantıları içerisinden görmeye, bu açıdan bir bağlama yerleştirmeye gayret ederim. Bu hastalarımı daha derinden anlamama yardımcı olur. Rollo May ‘Varoluşun Keşfi’ kitabında bu konuyu şöyle yorumluyor: “Varoluşçu terapinin en temel katkısı insanı varlık olarak anlamaya çalışmasıdır. Hasta odadan içeri adım attığında, karşımızda yeni bir kişiyi görmekten gelen ani ve bazen güçlü bir deneyim yaşarız. Bu, hakkında bildiklerimizden daha farklı bir seviyeden, bir canlı olarak yanımıza gelen bir başka insanla anlık bir karşılaşma deneyimidir. Hasta hakkında öğrendiğimiz bilgiler doğru ve öğrenmeye değer bilgiler olabilir. Fakat asıl mesele, diğer kişinin varlığını kavramanın, onun hakkındaki belli bilgilerimizden daha farklı bir seviyede vuku bulduğudur.”

Mesleki kariyerinin neredeyse tamamını anlam, özgürlük, ölüm gibi temel varoluş meselelerini anlamaya ve çözmeye adamış, varoluşçu psikoterapiler konusunda çok sayıda kitap yazmış olan psikiyatrist Irvin Yalom, 2019 yılında, seksen sekiz yaşındayken, ‘Ölüm Kalım Meselesi’ isimli en son ve belki de en zor kitabını altmış beş yıllık hayat arkadaşı Marilyn Yalom ile birlikte yazdı. Irvin, kitabın yazılışının trajik öyküsünü şöyle anlatıyor: “2019 senesinde Marilyn’e plazma hücresi kanseri olan multipl miyelom teşhisi kondu. Aldığı kemoterapi ilacı, acil servise kaldırılmasına ve hastanede dört gün geçirmesine sebep oldu. Eve dönüşümüzden sonra, evimize yakın bir parkta kısa bir yürüyüşe çıktık ve Marilyn bana, ‘Aklımda birlikte yazmamız gereken bir kitap var. Önümüzdeki zorlu günleri ve ayları belgelemek istiyorum’ dedi. ‘Belki karşılaşacağımız güçlükler, biri ölümcül hastalıkla karşı karşıya olan çiftlere de fayda sağlar.’ Ona, ‘Çok iyi bir fikir hayatım, birileri bu konuya el atmalı,’ dedim. ‘Ortak bir kitap projesi çok cazip ama senin de bildiğin gibi, ben hikâyelerden oluşan bir kitaba başladım.’ Cevabı şöyle oldu ‘Ah hayır, hayır, o kitabı yazmayacaksın. Benimle birlikte bunu yazacaksın. Sen kendi bölümlerini, ben benimkileri yazacağım ve sıraya konacaklar. Bu bizim kitabımız olacak; tek bir zihni değil iki zihni birden yansıttığı ve altmış beş yıldır evli olan bir çiftin düşüncelerini aktardığı için hiçbir kitaba benzemeyecek! Sonu ölüme çıkan bir yolu yürürken birbirlerine sahip oldukları için çok şanslı olan bir çiftin.’ Bu kitabı yazarken, çağdaşlarımızın çoğunun çoktan öldüğü bir yaştayız. Artık her günü birlikte geçireceğimiz zamanın kısıtlı ve son derece kıymetli olduğu bilgisiyle yaşıyoruz. Bizi fiziksel çöküşün ve ölümün en karanlık alanlarına sürüklerken bile, varlığımızı anlamlandırmak için yazıyoruz. Bu kitap her şeyden önce hayatın sonuna uzanan yolu bulmamıza yardımcı olmak amacını taşıyor.” Gerçekten de hiçbir kitaba benzemeyen bu kitabı okurken oldukça zorlandım ve onların bu zorlu deneyimlerinden çok şey öğrendim. Her ikisine de minnettarım.

Var oluruz. Sonra, büyürüz. Dünyanın güzelliklerini, hayatın sırlarını keşfederiz. İnsanları tanırız. Güleriz, ağlarız. Âşık oluruz. Sevmeyi, sevilmeyi öğreniriz. Sevdiklerimizle gelecek hayalleri kurarız. Evlatlarımızın üzerine titreriz. Mutluluğu, huzuru hissederiz. Dostlar ediniriz. Yalnızlığı fark ederiz. Yalnız olmadığımızı biliriz. Kötülüğü görürüz, iyiliğe güveniriz. İnanırız. Değerler ediniriz. Tercihler yaparız. Kararlar veririz. Doğayı, sanatı, müziği severiz. Şefkat görür, merhamet gösteririz. Paylaşarak çoğalırız. Ayrılığı, kaybı yaşarız. Acılar çekeriz. Hüzünleniriz. Olgunlaşırız. Ölümü, ölümlülüğümüzü anlarız. Korkarız. Kabulleniriz. Cesaretle kederimize ve kaderimize yürürüz.

Var oluşumuzun bir tesellisi yoktur. Yine de var olmak bir trajedi değildir. Dünyaya geliş tek yönlü bir yolculuktur. Bu yolculuğa gönüllü çıkılmaz, ama zorunlulukla da ilerlenmez. Zira her birimizi büyüleyebilecek çok farklı seçenekler bulunur. Kimilerimiz bu büyüye kolaylıkla kapılarak oyalanır, kimilerimiz büyünün kaynağını keşfe çıkar, bazılarımız da hüzünlenir, eksik kalır, kıyılarda gezinir, tutunamaz. İçimizdeki eksiklik duygusu bizi çok derinlerdeki yaratıcı potansiyelimizle karşılaştırabilir. Bu sayede kendimizi, birbirimizi, dünyayı, var oluşu anlarız. İyilik üzerine bir hayat yaşar, huzur içinde sonsuzluğa gideriz. Varlığın sırlarına erenler için dünya bir oyun alanından ibarettir.

 

 Serhat Çıtak, Ocak 2024, İstanbul