VAR OLMA KILAVUZU

 

DANSIN SONUNA DEK AŞK

 

‘Dance me to the end of love’, Leonard Cohen’in en bilinen şarkılarından birisidir. Bu şarkıyı ‘kasetten’ ilk dinlediğimde, eski model arabamla boğaz köprüsünden geçiyordum. Köprüyü geçtiğimde şarkı bitmişti, ama şarkının etkisi yıllar boyunca devam etti. Şarkıdaki ‘hüzünle karışık coşku duygusu’ zaman zaman beni yokladı. Cohen 50 yaşındayken bu şarkıyı yazdığında, aşkın ne kadar süreceğini tahmin edebilmiş miydi bilemiyorum, ama dansın bir süresi olduğunu öngörmüştü sanırım. Birçok albüm yaptıktan sonra yaşı çok ilerlediğinde, oğlu Adam’dan kendisi için bir albüm daha hazırlamasını, adının da ‘Thanks for the dance’ olmasını istemiş. Ben bunu oldukça manîdar buldum. Oğlu, babasının bu isteğini onun ölümünden 3 yıl sonra yerine getirebildiğini, bu esnada buruk bir sevinç yaşadığını anlatıyor.

 

Tolstoy; “İnsanların aşk dediği şeyi bilmiyorum. Aşk şimdiye kadar okuduklarım ve duyduklarım gibiyse, ben aşkı hiç tatmadım.” demiş ve ‘Anna Karenina’yı yazmıştır.

 

Aşk, insanlığın özünden kaynaklanır. Bir potansiyel olarak içimizde doğuştan var olan bir duygudur. Varoluş serüvenimizde, bir yakınlık ilişkisi üzerinden kurulan anlam arayışıdır. Yitirilmiş olanı yeniden bulma çabasıdır. Algılarımızın, içinden geçerek bir başka gerçeklik boyutuna ulaştığı bir kapı gibidir. Uygun biçimde işlendiğinde açığa çıkmayı bekleyen bir cevherdir. Bütün duygularımızı keskinleştirir. Hayata ilişkin umutlarımızı canlandırır. Yaşama zenginlik ve derinlik katar. Duyarlılık, fedakârlık ve nezaket gerektirir. Çoğu kez içimizden taşarak kendini gösterir, ama bazen sabırla bekleyerek olgunlaşır. Tensel arzuyu harekete geçirir. Her zaman mutluluk getirmez, çoğunlukla da hüzün verir. Kırılganlığımızı arttırır. Bizi sınar ve dönüştürür.

 

Platon aşkı şöyle tanımlıyor: “Sonsuza dek sahip olunan bir iyinin çekiciliğine kapılma biçimindeki aşk, ölümsüzlüğe uzanmanın en iyi yoludur.” Yaşamımızın erken dönemlerinde bize bakım verenlerle kurduğumuz duygusal alışveriş, gelecekteki romantik ilişkilerimizin niteliğini belirleyen temel unsurlardan biridir. Descartes’e göre; “Aşk kaynağını geçmişten alırmış gibi, bir tür anımsamaymış gibi yaşanır.” Thomas Mann da bu düşünceyi pekiştirmiştir: “Daha önceden sevmiş olduğumuzu severiz. Özne çoğu zaman farkında olmasa da aşk unutulanı ortaya çıkarır.”

 

Krzysztof Kieslowski’nin ‘Dekalog’ dizisinin filmlerinden biri olan ‘Aşk üzerine kısa bir film’ aşkın saf ve beklentiden uzak doğasını çarpıcı bir şekilde anlatır. Filmdeki genç postacı Tomek yalnız yaşantısını anlamlandırmaya çalışırken, karşı blokta oturan orta yaşlı aktrist Magda’yı fark eder. Merak ve tutkuyla onu her gün teleskopuyla gizlice izleyerek hayatına tanıklık eder. Bir süre sonra kaçınılmaz olan gerçekleşir ve âşık olur. Ona yakınlaşmaya ve kendisini fark ettirmeye çalışır. Bir gün sabahın erken saatlerinde, elinde sokaktan geçen süt arabasından aldığı bir şişe süt ile Magda’nın kapısını çalar. Magda durumu kavramıştır, ona ‘benden ne istiyorsun?’ diye sorar. Tomek’in cevabı yalın ancak derindir: ‘hiçbir şey’. Yıllar önce izlediğim filmin bu sahnesini hiç unutmadım ve üzerine çok düşündüm.

 

Aşık olduğumuzda ne bekleriz? Çoğu zaman duygularımıza karşılık bulmayı isteriz. Bu olmazsa acı çekeriz. Peki neden? Çünkü sevdiğimiz kişi ile bir araya gelmeyi ve bu sayede hayal ettiğimiz mutluluğa kavuşabilmeyi umarız.

 

Stephen A.Mitchell’a göre: “Romantik aşk özlemle doludur; yoğun arzu her zaman bir yoksunluk duygusu yaratır. Romantik tutkunun ön koşulu eksikliktir, yani sahip olunmayanı arzulamak. Romantik aşk vaat ettiği güvence ile bizi baştan çıkarır; sanki âşıklar birbirlerini bir bulsa ve birlikte olabilse, hep mutlu olacak, güvence ve huzur içinde yaşayacaklardır.” Ama beklenti, her zaman hayal kırıklığı ihtimalini heybesinde taşır. Zor olan, beklentisizce sevebilmek ve içimizdeki iyiliği karşılıksız verebilmektir. Aristoteles; “Sevmek mutlak bir iyiyi beklentisizce vermek istemektir.” diyor. Jacques Lacan’ın yaklaşımı oldukça ironik: “Aşk sahip olmadığımız bir şeyi, bunu talep etmeyen birine verme çabasıdır.”

 

Aşık olduğumuz kişiye bir anlam yükleriz. Bu genellikle, iç dünyamızda eksikliğini çektiğimiz bir duygunun telafisine yönelik bir çabadır. Bu sayede kendimizi tamamlamaya çalışırız. Bazen de içimizde olanı o kişiye yansıtır, bu yansımaya inanırız. Her iki durumda da kendi varlığımız fazlasıyla öne çıkarılmış ve anlam atfettiğimiz kişinin özgün gerçekliğinden uzaklaşılmıştır. Stendhal bu durumu şöyle açıklıyor: “Aşığın gözünde aşk nesnesi farklılaşır. Kendinde olanı ona yansıtır. Kendi içinde atfedilen anlamı taşımayan o varlıkta eklentiler, süslemeler bir araya getirilir.”

 

Mitchell ise bunu olağan bir süreç olarak tanımlıyor: “Romantik tutkuda aşık, güzellik ve mükemmeliyet ideallerini temsil eden sevgiliye yanılsamalı bir değer atfeder. Romantik aşk, daha dengeli ancak ikilemli bir sevgiye kısa bir giriş olarak kabul edilir: gerçeklik devreye girip, diğeri ‘gerçekte’ olduğu gibi görülmeye başlandığında, romantik aşkın getirdiği yanılsamaları besleyen idealleştirme de artık mümkün olamaz.”

 

Bana göre sahici aşk, kendi varlığından soyutlanmayı ve aşk nesnesinin otantik varlığına odaklanmayı gerektirir.

 

Aşkı, türün devamı için insanlığın içine yerleştirilmiş yanılsama olarak gören düşünürler de vardır. Örneğin Lucretius aşkı; “Aşk tutkusu bir yanılsamadır. Cinsel arzu ve hazzın fiziksel gerçekliği dışında aşk, elle tutulmaz parçacıkların bir oyunudur.” şeklinde tanımlamıştır. Schopenhauer’in bu konudaki görüşü daha keskindir: “Aşk istencin bir hilesi, yanılsamasıdır. Cinsel üreme arzusu, amacına ulaşmak için sevilmeye layık tek kişi gibi gösterilen bir varlığın bütünüyle yanıltıcı ve keyfi biçimde seçilmesini bahane olarak kullanır. Bütün aşk serüvenlerinin nihai amacı gelecek kuşağın yaratılmasından başka bir şey değildir.”

 

Bu görüşlerde kısmi bir haklılık olsa da gerçeğin bütününü kavramaktan uzak ve oldukça indirgeyicidir. Cinsel arzu aşk için gerekli, ancak yeterli bir unsur değildir. Aşkın gelişmesiyle birlikte arzu ortaya çıkar. Aşk ve arzu hassas bir denge ve gerilim oluşturarak tarafları bir arada tutar.

 

Freud, dönemin sorunlu ilişkilerini şu şekilde tanımlamıştır: “sevdiklerinde arzulayamıyorlar, arzuladıklarında da sevemiyorlar.” Oysa romantik aşk, sevgi ve arzunun ikisine birden ihtiyaç duyar. Arzusuz sevgi güvenli, ancak tutkuyu ateşleyen macera hissinden yoksundur. Sevgisiz arzu heyecan verici, ancak tutkuyu derinleştiren yoğunluktan yoksundur.

 

Aşk sevginin kaymağı gibidir. Bu kaymağı elde etmek için saf malzeme kullanmak ve sabırlı olmak gerekir. Harareti yükseltmek, kaynamayı hızlandırsa da kabarma ve taşma ihtimalini arttırır. Böyle bir durumda, taşan aşk ile birlikte sevginin de bir bölümünü kaybetme riski vardır. Eğer düşük bir sıcaklıkta uzun süre kaynamaya imkân verilirse, hem kıvamlı ve lezzetli bir kaymak elde edilebilir, hem de sevginin yoğun özüne ulaşılabilir.

 

Otto Kernberg’e göre; “Bütün insan ilişkileri bitmeye yazgılıdır; kaybetme, terk edilme ve nihayet ölüm tehdidi aşk ne kadar derinse o kadar büyüktür, bunun ayrımında olmak da aşkı derinleştirir.”

 

Nietzche de trajik erkek ve kadını, yaşamı hakkıyla yaşayan, akıntının yükseleceğini bildiği halde kumdan kalesini tutkuyla yapan kişiler olarak tanımlar. “Aşık sevgilisi için, sanki sonsuza dek kalacakmış gibi tutkuyla kumdan kaleler yapar, ancak bu yapıların kırılgan ve gelip geçici olduğunun da tamamıyla farkındadır.”

 

Aşkın ne kadar süreceği, kişinin aşka yüklediği anlam ile yakından bağlantılıdır. Çocukluğumuzun erken dönemlerinde, güvenli bir ortamda sevgiyle büyütülmüşsek hayata sağlam bir başlangıç yaparız. Kendimizi ve başkalarını güvenle sevmeyi öğreniriz. Sevilmek ve takdir görmek önemli olsa da en temel önceliğimiz değildir. Geçici süreler için sevgiden yoksun kalsak bile kaygılanmayız, kendimizi teskin edebilir ve yeniden kavuşacağımız anı sükûnetle bekleriz. Ancak bazen her şey yolunda gitmeyebilir. Sevgi ve güvenden yoksun bir başlangıç, bizi endişeli ve beklentili bir pozisyonda bırakabilir. Böyle bir durumda, ya kendimizi gereğinden fazla severiz veya tutkuyla bağlandığımız kişiden sınırsız bir sevgi ve mutlak bir güvence bekleriz. Lâkin, sevgi doğası gereği kesin bir güvenceden yoksundur.

 

Peter Auster bu konuyu çok güzel ifade etmiş: “Sevgi sahiplenilmesi mümkün olmayan bir duygudur. Sevgiye önem veriliyorsa, süresine yoğunlaşmamak gerekir. Sahiplenme düşüncesi yoksa, güvenlik peşinde koşulmuyorsa, sevgi her gün yeniden tazelenir. Sevgi bir anda çiçek açar, bu bir anın içinde sonsuzluk vardır. Ama bu ‘bir kişiye sonsuz sevgi’ demek değildir. Bu sevgi iki taraf her zaman yeniden ve yeniden karşılaşırsa, sonsuza dek sürebilir.”

 

Âşık olmak hayatın mucizesine inanmak demektir. Aşkın kapısından geçerek boyut değiştiririz. Ancak orada bizi çetin bir mücadele beklemektedir. Güvence arayışı, sevilme arzusu, onaylanma isteği bu zorlu yolculukta hep ayağımıza dolanacaktır. Hiçbir şey istemeden ve bir karşılık beklemeden içimizdeki iyiliği verebilmek nihai hedefe ulaşmanın anahtarıdır. Bu süreçte olmasından endişelendiğimiz her türlü ihtimali, başımıza geldiğinde olgunlukla kabullenmek gerekir. Kendi varlığımızın yanıltıcı oyunlarından sıyrılmayı başarabilirsek aşkın özgün varlığına dokunabiliriz. Bu sayede yaşantımıza anlam ve derinlik katabiliriz. Aşkın ne kadar süreceğine odaklanmak yerine, kendimizi dansın tutkulu akışına bırakmak hoş bir teselli olabilir. Böylelikle zamanın beşiğinde sallanıp, sonsuzluk düşleri kurabiliriz.