DUYGULAR ATLASI

 

ŞEFKAT ve MERHAMET

 

Şefkat, yaşam olgunluğunun özüdür. Şefkatin anlamı tüm şeyler için tutkun olmaktır, yalnızca iki kişi arasında değil bütün  insanlar için, yeryüzündeki tüm şeyler için, hayvanlar, ağaçlar, yeryüzünün barındırdığı her şey için. 

Jiddu Krishnamurti

“İnsanoğlu, evrenin zaman ve mekânda sınırlı bir parçasıdır. İnsan bazen- bilincinin optik bir yanılsamasının sonucu olarak- kendisini, düşüncelerini ve hislerini diğerlerinden ayrı bir şey olarak deneyimler. Bu yanılsama, en yakınımızdakilere yönelik arzularımızı ve sevgimizi kısıtlayan bir tür hapishanedir. Görevimiz, tüm canlıları ve doğayı bütün güzelliğiyle kucaklamak için merhamet çemberimizi genişleterek kendimizi bu hapishaneden kurtarmak olmalıdır.”

Albert Einstein

           

   

Bir bilge doğu düşünürü ve dünyada en çok tanınan bilim adamı, diğer pek çok konu üzerine düşündükleri gibi, şefkat ve merhamet üzerine de yoğunlaşmışlar ve tanımlama gereği hissetmişler. Tanımları, bu duyguların yeryüzündeki tüm canlılara ve doğaya yönelik olduğunu vurguladıkları noktada kesişiyor.

Hepimiz bir bilim adamı ya da bilge bir kişi olamayabiliriz. Ama bilinç sahibi insanlar olarak duygularımızı algılama ve üzerine düşünebilme yeteneğine sahibiz. Bu bizlere çok önemli bir ayrıcalık sağlıyor: farkında olduğumuzu fark edebilme özgürlüğü.

Psikiyatri penceresinden duyguları anlayamaya çalıştığımız yazı dizisinin bu üçüncü bölümünde, şefkat ve merhameti anlamaya çalışacağız. Kendi içimizde bu duyguları birbirinden ayırt edebilmemiz hayli zor. Bu iki duygu çoğu zaman birlikte, bazen birbirinin yerine tarif ediliyor. Biz yine de merceğimizi yakınlaştırarak görmeyi deneyelim.

Önce etimolojisine bakalım: şefkat Osmanlıca ‘şefakat’ kelimesinden geliyor, ‘acıyarak ve koruyarak, karşılık beklemeden gösterilen sevgi’ anlamına geliyor. (Dikkatli okurlar, sevgi bahsimizi hatırlayacaktır.) Merhamet ise ‘rahm’ kelimesinden köken alıyor, ‘acıyarak, esirgeyerek koruma, himaye etme, kanatlarının altına alma’ gibi anlamlar içeriyor.

Her iki sözcüğün anlamında ortak olan unsur ‘acıma’. Kanaatimce, buradaki acıma duygusu, bir küçümseme ya da hakir görme anlamları içermiyor. Sevgiye ve korunmaya ihtiyaç duyan bir varlığa yönelik üzüntü unsuru sanki daha belirgin. Bu da kişide bir an önce o varlığın ihtiyacını giderme arzusunu oluşturuyor. Şefkat duygusunda sevgi, merhamette ise koruma ve himaye etme kavramları öne çıkıyor.

Kendi içimde düşündüğümde ve etrafımda olup biteni gözlemlediğimde; bilge düşünür ve bilim adamından biraz farklı bir sonuca varıyorum. Bence şefkat duygusu insan türünün kendi devamlılığını, merhamet ise yine insan türünün yeryüzündeki diğer tüm canlıların devamlılığını sağlamaya yardımcı olmasına yönelik olarak içimizde var olan duygular. Dolayısıyla, merhametin şefkati de içinde barındıran daha geniş bir kapsamı olduğunu düşünüyorum. Bu nüans dışında, her ikisinin de duyarlılığına ve düşüncelerine saygı duyuyorum.

Şefkat:

İnsan yavrusu doğduğunda, yalnız başına hayata tutunabilecek özelliklere sahip değildir. Beslenmesi, bakım görmesi ve sevilmesi gerekir. Bu, türün devamı için çok kritik, aynı zamanda oldukça zorlu ve uzun bir süreçtir. Bebeğin yanında en az 3 yıl boyunca gece ve gündüz, bütün ihtiyaçlarını sabır ve anlayışla giderecek birisi olmalıdır. Üstelik bunları herhangi bir karşılık beklemeden yerine getirmelidir. Böyle bakıldığında, oldukça mantıksız gibi görünüyor öyle değil mi? Ama bunu yapan birisi var. Üstelik, oldukça da istekli.

Peki bu nasıl oluyor? Minik ve çaresiz gibi görünen bu varlık, kendisine bu bakımın verilmesini nasıl sağlıyor? Öncelikle bu sürecin hem biyolojik hem de psikolojik boyutları olduğunu, ayrıca tek taraflı işlemediğini vurgulamakta fayda var.

Önce biyolojik boyutu ile başlayalım. Yapılan bilimsel çalışmalar, anne adayında hamileliğin sonlarına doğru salgılanmaya başlayan ve doğum sürecini başlatan ‘oksitosin’ isimli hormonun, doğum sonrasında da salgılanmaya devam ettiğini göstermiştir. ‘Bağlanma hormonu’ olarak da bilinen oksitosin, doğumdan sonra annenin süt üretmesini sağlar. Ayrıca stres azaltıcı ve sakinleştirici özelliği vardır. Anne bebeği kucağına aldığında, sarılıp okşadığında, emzirmeye başladığında miktarı artan oksitosin hem anneyi hem de bebeği sakinleştirerek beslemeyi ve bakım vermeyi kolaylaştırır. Anne ile bebek arasında sağlıklı ve güvenli bir bağ kurulmasına da yardımcı olur. Daha da ilgi çekici bir başka bulgu, babaların da oksitosin salgıladıklarının gösterilmiş olmasıdır. Babanın bebekle kurduğu sevgi içeren bir etkileşim, babada oksitosin miktarını arttırmakta ve bağ kurmayı kolaylaştırmaktadır. Dolayısıyla, bu minik ve çaresiz yavru, aslında göründüğü kadar çaresiz değildir. Biyolojik açıdan hayatta kalmasını sağlayacak ve bunun koşullarını harekete geçirecek unsurlarla donatılmıştır.

Şimdi de olayın psikolojik boyutuna geçelim. Hepimiz, gözlerimizi kısa bir süre kapatalım ve ağlayan bir bebek gördüğümüzde ne yapacağımızı düşünelim. Yanıtımız ne oldu? Tahminimce, çoğumuzun yanıtı “hemen yanına giderim, kucağıma alırım ve yatıştırmaya çalışırım” olmuştur. Bizi böyle davranmaya yönelten psikolojik unsur nedir? Sevgiye ve korunmaya ihtiyaç duyan, türümüzün o minik temsilcisine iyi gelme arzusu olabilir mi? Bilinçdışı bir mekanizma türümüzün devamını sağlamaya yönelik isteğimizi harekete geçiriyor olabilir mi? Bunlar yanıtları kesin olmayan sorular…

Bu konuda, daha çok anne için söz konusu olan bir başka varsayım da ortaya konulabilir. ‘Bebek doğduktan sonra zorlu ve uzun süreli bir bakıma muhtaçtır’ demiş ve ‘bunları bir karşılık beklemeden yerine getiren birisi var’ diye de eklemiştik. O birisi annedir. Peki anne bunu neden yapar? ‘Bu tek taraflı bir süreç değildir’ diye bir kez daha vurgulayalım. Bebek sadece bakım ve beslenme değil, aynı zamanda bir ‘ilişki’ arayışındadır. (Dikkatli okur yine devrede, ilişki bahsini hatırlıyor) Anne bebeği koynuna aldığı o ilk anda bu ilişki başlar. Annenin içinde bulunan karşılıksız sevme ve koruma potansiyeli bebeğiyle ilişkisi sayesinde açığa çıkar. İşte bu ‘şefkat’ duygusudur. Bu tek başına bile, haz ve doyum sağlayan bir durumdur. Başlangıçta annenin daha çok verici konumda olduğu ilişki, zaman içinde bebeğin de katılımıyla karşılıklı doyum ve mutluluk veren bir biçime dönüşür. Anne bir karşılık beklemeden sevgisini verirken, hiç ummadığı yoğunlukta bir hazzı ve sevgiyi de fazlasıyla bulmaktadır. Minik yavru, bu kez de psikolojik açıdan hem ihtiyacı olan sevgiyi ve yakınlığı edinmiş hem de annesine, bir nadide hediye gibi onun hayatına girdiği duygusunu yaşatmıştır.

Merhamet:

“Senden ümit kesmem, kalbinde merhamet adlı bir çınar vardır” diyor şair. Merhamet umut veren bir ulu çınar olabilir mi, bir kalpte çınar büyüyebilir mi?  Merhamet içimizde nasıl oluşur, kime ya da neye merhamet duyarız? Bakalım…

Sanırım, merhamet her birimizin içinde doğuştan var olan bir duygu. Kimilerimizde daha kolay açığa çıkarken, bazılarımızda nüvesini korusa da gelişip açığa çıkamadan köreliyor. Bu konuda en cömert olduğumuz varlıklar yine kendi bebeklerimiz oluyor. Bebeklerin safiyane bir merhametle diğer canlılara nasıl yaklaşabildiğini görüyor, bazen endişeyle bu durumu izliyoruz. Oysa endişeye gerek yok, zira canlılar merhameti gördüğünde hemen hissediyorlar ve bu onları yumuşatıyor. Merhamet gördükçe iyileşiyor, gösterdikçe olgunlaşıyoruz.

Yeryüzündeki varlığımız, diğer bütün canlı ve cansız varlıklarla uyumlu bir ilişki içinde bütünleşmemize bağlıdır. Dünyanın sahibi değiliz, dolayısıyla onu incitecek herhangi bir şey yapma hakkına da sahip değiliz. Diğer bütün varlıklar gibi, nezaketle ve usulca nasibimizi aramayı deneyebiliriz. Yeryüzü doğa ile girişeceğimiz bir mücadele alanı da değildir, alt etmemiz gereken şey içimizdeki olumsuz duygulardır.

Merhametin şefkati de barındıran ama onu aşan bir daha geniş bir kapsamı olduğundan söz etmiştik. İşte bu geniş kapsam, bizi üzerinde bulunduğumuz dünyada diğer varlıklarla bütünleştirecek bir ortam sağlayabilir.

Sadece kendi bebeklerimizi değil bütün bebekleri, kendi yakınlarımızı değil yakın çevremizdekileri, hemşerilerimizi değil bütün şehirlerdeki insanları, bizden farklı düşünenlerı, farklı inananları, farklı yaşayanları, ülkemizdeki değil bütün ülkelerdeki insanları, farklı ırkları, farklı kültürleri, ötekileri, bütün insanlığı sevmekle yükümlüyüz. Bu yetmez; insan türü dışındaki bütün diğer bütün canlıları, sadece bakım verdiklerimizi değil bakıma muhtaç olanları, bitkileri, ağaçları, böcekleri, kuşları, balıkları, diğer bütün hayvanları esirgemekle görevliyiz. Bu da yetmez; toprağı, nehirleri, dağları, denizleri, havayı, etrafımızı saran atmosferi korumakla mükellefiz. Bunların hepsi bir araya geldiğinde, merhametin hepimizi ve her şeyi iyileştiren gücü dünyamızı da güzelleştirebilir.

Şefkat ve merhametin olmadığı bir dünyada, insanlığa dair umutlarımız giderek azalır. Hepimizde doğuştan var olan bu duyguları önce kendi içimizde olabildiğince geliştirmeli, sonra cömertçe paylaşmalı ve giderek bütün insanlığa ve yeryüzüne yaymaya çalışmalıyız. Bunu bir misyon olarak sahiplenmek, hayatlarımıza anlam katabilir. Belki bu sayede kalplerimiz yumuşayabilir, yumuşayan kalplerde her şey büyüyebilir, bir çınar filizlenebilir. İşte o zaman, umutlanmak için bir sebebimiz olabilir.